Aradan geçen yarım yüzyıldan fazla zamanda iletişim
teknolojisindeki hızlı gelişme, bu gelişmenin yarattığı toplumsal değişme o
denli süratli olmuştur ki iletişim eğitimi bu hızı yakalamakta zorlanmıştır. Kuşkusuz
bu durum diğer bilim dallarında da görülmüştür. Ancak hemen hemen her kesimden
insanın günlük yaşamında bile hissettiği, hatta kullandığı iletişim ve kitle
iletişim teknolojisindeki değişim, bunların etkisiyle değişen yaşam biçimi;
tutum ve davranışlar, alışkanlıklar hızlı bir değişim içerisine girmiştir.
Toplumu
bu denli ilgilendiren iletişim sektörüne yetişmiş işgücü sağlamak üzere eğitim
veren iletişim fakülteleri, kendilerini bu değişen koşullara uydurmaya
çalışırken; yeni bölümler, yeni kuramsal ve uygulamalı dersler, atölye
çalışmaları hazırlarken, iletişim eğitimindeki kalite sorunu da gündeme
gelmiştir. Alana büyük ilginin olması, bu tür eğitim veren programların çoğalmasına
neden olmuş, ancak eğitim verecek nitelikli öğretim kadrosunun yetiştirilmesi
aynı hızla olamamıştır. Bu programlarda
nitelikli kadrolar yerine, her konuda ders veren deneyimsiz genç bir kadronun tercih
edilmesi, zorunluluk nedeniyle olmuştur.
Herhangi bir eğitici deneyimi olmayan, hatta kimi öğretim
kurumlarında bir oryantasyon programından geçmeden, “bugün kadro, yarın işbaşı” mantığıyla ders vermeye zorlanan bir
öğretim kadrosuyla karşı karşıya kalınmıştır. Özellikle bir ekol yaratma
düşüncesi ve çabası olmayan vakıf üniversitelerinde bu durum daha da ciddi boyutlara gelmeye başlamıştır. Deneyimli öğretim üyesi
yokluğundan, fakülteler, YÖK’ün bölümlere/programlara öğrenci almak için şart
koştuğu 3+1 formülünü tamamlamak için “doktoran
var mı, aman gel!” yaklaşımıyla eğitim kadrosunu oluşturma çabası içerisine
girmişlerdir.
Bu durum, iletişim eğitimi veren devlet ve özellikle
vakıf üniversitelerinde daha sık sık gözlenir olmuştur. Öyle ki bir vakıf
üniversitesinden ayrılan ya da ayrılmak zoruna olan doktoralı elemanlar,
ihtiyaç duyulan alanın elemanı olsun olmasın, “asgari” koşulları sağlaması
durumunda hemen iş bulabilmekte, ancak kısa sürede alanın adamı olmadığı
anlaşıldığından o kurumdan ayrılarak, hızlı bir öğretim üyesi dolaşımına neden
olmaktadır. Bu durumun acı faturası ise, bu tür öğretim kadrosunun yetiştirdiği
(!) öğrencilere çıkmaktadır. Daha açık
deyişle, bu yaklaşım iletişim eğitimi veren sayıları 50’yi bulan iletişim
fakültelerinden ya da bu tür eğitimi veren diğer fakültelerden mezun olan
öğrencilerin, pek çok yönden zayıf yetişmesine neden olmuştur ve bu durum, ne
yazık ki, artarak devam etmektedir.
Üniversitelerin bu tutumuna karşı YÖK ne gibi önlemler
almıştır, almaktadır? Avrupa ülkelerinde, yükseköğretimdeki kalite sorununa
sözüm getirmek almacıyla başlayan Bologna sürecine, Türkiye’ de katılmış
2010’lu yıllardan itibaren bu sürecin Türk Üniversitelerinde ders
programlarının içeriğini, saatlerini, toplam kredi/AKTS sistemlerinin
uygulanmasını, bunların web üzerinde öğrencilere ve paydaşlara duyurulmasını
zorunlu duruma getirmiştir. Bu gelişme, yükseköğretim alanında ve özellikle
iletişim eğitimi ve öğretimi alanında göreceli bir iyileşme etkisi yaratmış
gibi görünmekle birlikte, Üniversitelerin, bu gelişimi kağıt üzerinde biçimsel
olarak kabul ettikleri, ancak içerik olarak, kalite olarak bu ilkeleri
uygulamada sınıfta kaldıkları açıktır. Çünkü etkili bir denetleme
yapılamamıştır.
YÖK bu konuda 23 Temmuz 2015 tarihinde yürürlüğe giren
Yükseköğretim Kalite Güvencesi Yönetmeliğiyle, tüm yükseköğrenim kurumlarında
eğitim kalitesini denetleyen önemli adımlar atmıştır. Bu adımlarını önemli
yanı, üniversite eğitimlerinin akreditasyon tescil belgesi alan sivil toplum
örgütleri tarafından değerlendirilmesini zorunlu duruma getirmiş olmasıdır. Bu
zorunluğun, diğer öğrenim alanlarını olduğu gibi iletişim eğitimi-öğrenimini de
olumlu etkilemesi beklenebilir. Ancak kısa sürede iletişim eğitimdeki kalitenin
yükseltilmesinde asıl önemli adım, günümüzdeki yöneticilerin, bölüm
başkanlarının öğretim üyesi/görevlisi alırken yalnızca diplomaya değil, uzmanlık alanına, deneyimine, çalışmalarına
bakarak almaları ve ders dağılımlarını verirken bu kriterleri göz önünde
bulundurmalarıdır. Burada iletişim eğitimiyle ilgili olarak vurgulanması
gereken önemli bir diğer husus da, “sektör deneyimi” kişilerin taleplerinin çok
dikkatli incelenmesi ve mümkünse sunum/deneme dersi yaptırılmadan ders
verilmesinin önlenmesi ve mevcut kadroların da özdenetimden geçmelerini
sağlanmasıdır.
Bu tür kriterlere
özen gösterilmesi, özellikle yeni açılan iletişim eğitimiyle ilgili bölüm ve
programlarda verilen eğitimin kalitesinin yükseltilmesinde bir umut olarak görülebilir.
Yükseköğretimde iletişim eğitiminin kalitesinin düşmesi, kuşkusuz
yalnızca kaliteli öğretim elemanı azlığından kaynaklanmamaktadır. Burada ele
alınması gereken başka etkenler de vardır. Bunlardan biri de LYS ile gelen
öğrencilerin durumu; giriş puan türleridir. Bu konuyu bir başka yazımızda ele
alacağız.
Hoşça kalın….